Uludağ Kayakevi’nden Mektuplar*

20/02/1957

Saim Altıok

I

İmparatorluk devrinin şairlerinden Lamii ÇELEBİ’nin; 

“Ne dağ, başı zuhal yıldızına değmiş, Taşı ayın kadehini kırmıştır” şeklinde dile getirdiği Uludağ’ın yaşlı başı yine göklere doğru yükseliyor.

Göğün maviliğini gölgeleyen parçalanmış bulutlar fasılalarla kuzeyden, güneye doğru zirveyi yalayarak geçiyor ve dağların beyaz yüzünde akıcı gölgeler bırakıyor.

Güneş, derinliklerden fışkıran bir alev halinde doğmuş, toz gibi uçuşan, renksiz bir duman gibi yer değiştiren karlar üzerinde pırıl, pırıl yanıyor.Kar, güneş, pırıltı ve sonsuz ışık oyunları. Bu hal Uludağ’ın ebedi hayatıdır.

II

Saat 7.30 Kayakevi’nde kahvaltı sonra ermek üzere. Kadın, erkek kayakçılar kayaklarını vakslıyor. Onları dikkat ve itina ile bir defa daha gözden geçiriyorlar.

Bir az sonra bölünmüş guruplar halinde yamaçlarda, vadilerde, derin orman içlerinde kaybolup tur’a çıkacaklar. Gece yağan yeni kar satıhta makbul bir toz tabakası yapmış. Rüzgar yok, yürürken kara düşen gölgeler de aynı tempo ve hareketi tekrarlıyor. Her adımda kayak bastonlarının açtığı çukur gök mavisi bir ışık içinde görünüyor. Göz aldanıyor.

Yabancıların Paradi dedikleri Cennetkaya muhteşem bir kitle halinde ufku perdeliyor. Yanı başında Fatintepe, onun ötesinde Kuşaklıkaya, daha ötede doruk alev alev, renk renk yanmakta. Yükseklerden iç ormana doğru süzülmeyen ve fakat fasılalarla kanat kapıyarak yumruklaşan kuş sürüleri geçiyor. Tabiatın bu derinlik ve azameti içinde çıkardıkları sesler birer damla gibi.

III

Şimdi Cennetkaya’dan  Fatintepe’ye yükseliyoruz. Burada eski kulübe yerinde Mısır Prensesinin evi ve yanı başında müştemilatı bir bina var. Sıcacık olan ufak salonunda çay içiyoruz. Evin hatıra defterine göz gezdiriyoruz. Duygularımızı yıllar sonrası yine aynı hararetle tekrarlıyoruz.

Küçük kafile biraz sonra bu tepenin gerisindeki sivrinin eteğinden Kuşaklıkaya – Zirve istikametine yön değiştirecek. Ağır tempolarla ve her adımda biraz daha yükselerek Doruğun ilk sığınağına doğru yol alacak.

Gölgeler yamaçta gittikçe uzuyor. İznik, Apolyont gölü, Marmara, İmralı adası ve daha uzaklarda  diğer adalar. Gemlik körfezini çerçeveliyen dik sarı kayalar güneş ışığı ile yıkanıyor. Nerede ise insan akislerini suda görmek hevesine düşecek. Gök aydınlık, yeryüzü aydınlık, insanlar aydınlık. Bir tepeden Avusturya dağ melodileri, diğer tepeden “Arivederci  Roma” şarkısı, öbür tepeden de; “Senin yazın kışa benzer-Bir sevdalı başa benzer” şarkısı halka, halka birbirine karışıp vadilerde, boşluklarda eriyip kayboluyor. 

Kuşaklıkaya’nın dar koridorundan dikkat ve itina ile geçiyoruz. Dağın kuzey boşluğunu seyrediyoruz. Perde, perde ve daha uzaklarda karlı dağlar.

Gün renk değiştiriyor. Güneş ufka doğru eğilmekte. Kafile daha enerjik olarak turdan dönüyor.

Kılavuz kayakçının çizdiği zikzaklar ve mesafeyi uzatan büyük kavisleri ardından gelenler de aynen takip ediyor.

Şimdi dik ve uzun yamacın yüzünde sert hareketlerle havaya uçan kar tozlarını görüyor ve kayakların zaman zaman çıkardığı ahenkli ve emniyetli sesi duyuyoruz.

Bu dönüş ve iniş şuur ve irademiz altında uzunca bir müddet devam edecek. Zaman baş döndüren süratimiz içinde eriyip kaybolacak ve biz yarın için deniz mavisi, çini mavisi bir gök altında yeni bir güneşe hasretle derin bir uykuya dalacağız.


(*)T.M.Ofisi Dergisi ; Nisan 1957,sh.26-27

Uludağ Kayakevi’nden Mektuplar
MUCİZE

Saim Altıok

I

Vakit akşam. Yemek sonrası. Genç dağcılar arasında kurt diye anılan eski dağcılardan bir kaçı Kayakevi’nin sedirli köşesinde tatlı bir sohbete dalmış. Geçen uzun yılların hatıraları ile baş başa konuşuyorlar. Uzaktan bu sohbete alaka gösterenler yavaş yavaş bunların etrafında halkalanarak sözü ve sohbeti daha da genişlettiler. Vakit akşam. Yemek sonrası. Genç dağcılar arasında kurt diye anılan eski dağcılardan bir kaçı Kayakevi’nin sedirli köşesinde tatlı bir sohbete dalmış. Geçen uzun yılların hatıraları ile baş başa konuşuyorlar. Uzaktan bu sohbete alaka gösterenler yavaş yavaş bunların etrafında halkalanarak sözü ve sohbeti daha da genişlettiler.

Şimdi onlardan birisi geçmiş bir vakanın hatıra ve izlerini o günkü gibi taze tutarak nakle başladı:

II

O gece salon boşalmadan önce bilgili, tecrübeli üç kayakçının ertesi sabah bir zirve çıkışı yapacakları öğrenilmişti.  İhtiyar dağın başına ulaşmak her zaman kolay  ve her kayakçının işi değildi.

Ertesi sabah günün ilk saatlerinde Kayakevi terkedilmiş, guruplar dağın dört bir etrafına dağılmışlardı.

Bizim gurubumuzda Fatintepe’ye yükselerek uzunca bir turun ilk kademesinde duraklamış, dinlenmeye, birazda şakalaşmaya vesile bulmuşlardı.

Buradan zirveye göz altında tutan dağcılar masmavi bir gök altında üç kişinin, bunları uzaktan takip eden iki, bunlarında daha uzağında başka bir iki kişilik gurubun aynı istikamette zirveye doğru yol almakta olduklarını gördüler. Zirve bunları büyülemiş gibi, merhametsiz tuzağına doğru çekmekte, gidenler metin ,iradeli, başları biraz öne doğru eğik, yamaçla derin ve yarı eğilmiş bir duvar gibi uzanan boşlukların üstünde. Her adımda biraz daha yükselerek ağır, ağır gidiyorlar.

Bilinmeyen dört kişi acaba kim!

Şimdi zihinlerde kımıldanan ve dikleşen soru bu.

Acaba bunlar kim?

III

Üç kayakçı Sivriye ulaşmak üzere iken mavi gök birden yarıldı. Nereden ve hangi istikametten geldiği bilinmeyen korkunç ve duman renkli bulutlar doruğu sarmaya ve kesafet peyda ettikçe dağın bütün yüzünü ve vadileri kaplamaya başlamıştı.

Arkadaki ikişerli gurup henüz bu karanlığın dışında fakat, aynı istikamette zirveye doğru yürüyüşte inatlı.

Aradan uzun bir zaman geçmeden tecrübeli ve bilgili üç kayakçının tersyüz karanlığı delerek aydınlığa çıktıklarını ve dimdik yamaçtan oteller istikametine indiklerini görüyoruz. Korkunç bulutlar zirve kitlesini tamamen sarmış. Dört kişilik gurupda bu karanlığın içinde kalmıştı. Döndüler mi, yoksa hala zirveyi mi zorluyorlar? Burası meçhul. Karanlık Fatintepe eteklerini de yalamaya başlamıştı ki, bizim gurubumuz  en kısa yoldan Kayakevine doğru süzülüyordu.

Vak’a günün konusu idi. Öğle yemeğinde hep bu konuşuldu. Dönenlerden, dört kişinin üç erkek ve bir yabancı kadından müteşekkil ayrı iki gurup olduğu öğrenildi.

IV

Dağ bu gün kudurmuştu. Mavi gök kararmış, ışık ve aydınlık kaybolmuş, zirveyi kademeleyen tepeler çoktan silinmişti. Sadece dört dağcıdan haber bekliyorduk. Normal saatler çoktan geçmiş, vakit akşam olmuş, Kayakevi’nin canlılığını bir ölüm sükutu kaplamıştı. Dilleri, dinleri ve milletleri başka başka olan bütün dağcılar yekdiğerinin yüzünde bu korkunç felaketin izlerini görmekten adeta ürküyorlar ve dilleri bıçak açmıyordu.

İmdat çanı devamlı suretle çalıyor. Derinliklerden uğultular getiriyor. Gaz ve mazot meşaleleri yer, yer kızıl birer alev halinde… Karanlıklar yavaş, yavaş sıyrıldı. Ay tepeleri ve zirveyi aydınlattı. Gecenin derin sessizliği, çamların ve ormanın yer değiştiren koyu gölgesi.

Hala o ölü sükunet ve dört dağcının iç ürperten belirsiz akibeti.

Çaresizlik ve yarın için yeni bir ümit. Kayakevi uykuya dalıyor. Dağcılar telefonda yeni bir haber için nöbet tutuyorlar.

Gece yarısından sonra yatağım sarsılarak uyandırıldım. Sizi telefondan istiyorlar dediler. Battaniyeye sarılarak telefona indim. Muhatabım Soğukpınar Karakol Komutanı idi. Buraya bitkin ve perişan iki kayakçının geldiğini haber verdi. Bu müjde beni çılgına çevirmişti. Biri erkek diğeri kadın iki kayakçının daha kaybolduğunu ve hangi saat olursa olsun elde edilecek haberleri bana vermelerini rica ettim. Yatağıma dönerken Kayakevi uyanmış, her kez büyük salonda toplanmaya başlamıştı. İki can kazanılmış, adeta bir bayram havası esmişti. Diğer iki kişi için yeniden tertemiz bir ümit doğmuştu. Haber bekliyorduk. Sabaha karşı diğer iki kayakçının da aynı izlerden Bucağa indiklerini öğrendik.

Soğukpınar Bucağı dağın en sarp yüzündedir. Bir duvar gibi yükselen setlerin derinlikleri ancak uçları görülen çamlarla kaplıdır. Ayın ışık tuttuğu izlerden aynı yerde buluşan dört dağcıyı inanılmaz bir mucize kurtarmıştı.

Çok güzel ve muhteşem olduğu kadar korkunç olan merhametsiz dağ bu defada dört kurbanına yenilmiş ve Tanrı dört dağcıyı korumuştu.

Vak’anın üstünden yıllar geçti. Fakat biz Tanrı dağcıları korusun duasıyla O’na daima şükrediyoruz


(*)T.M.O.Dergisi ; Haziran 1957,sh.25-26

Saim Altıok’un Uludağ’ı son ziyareti.Ön sıra sol başta S.Altıok, yanın milli kayakçı Mahmut Eroğlu, arkasında milli kayakçı Muzaffer Demirhan. Oturanlardan sağdan ikinci İlhan Peksun (1957 yılı)
Saim Altıok’un Uludağ’ı son ziyareti.Ön sıra sol başta S.Altıok, yanında milli kayakçı Mahmut Eroğlu, arkasında milli kayakçı Muzaffer Demirhan. Oturanlardan sağdan ikinci İlhan Peksun (1957 yılı)
Saim Altıok ve Musa Ataş
Saim Altıok ve Musa Ataş
6-13 Şubat 1955 Uludağ
6-13 Şubat 1955 Uludağ

Doğumu 1903 vefatı 15 Ocak 1959
“O genç bir öğretmen adayı olarak Milli Mücadele’ye fiilen katılarak Kuvayı Milliye ruhu ile yoğrulmuş, Büyük Atatürk’ün Devrimlerini halk yığınlarına yayan irfan ordusu saflarında yer almış , vatan aşığı bir idealisti.Uhdesine verilen her işin hakkından gelmesini bilirdi.Gençlik yıllarını harcadığı Yeşil Bursa’yı ve onun başı daima dumanlı Uludağ’ını taparcasına severdi.”(A.Nedim Pekitkan, Toprak Mahsülleri Ofisi Dergisi 1 Şubat 1959)