ULUDAĞ – OLİMP’LER

Bu konferans Halkevi salonunda
C.H.P. İl Sekreteri Bursa Dağ Sporları Kulübü Başkanı Saim Altıok tarafından verilmiştir (1).

Dağın Tarifi:

     Coğrafi tabire göre “Dağ” denizin yüzünden yükselen bir kara parçasıdır. Halbuki insanlığın bugünkü yükselişinde dağ mefhumu şekli, manzarası ile beşeriyetin hayatına karışmış ve onun fikir itibariyle gelişmesine hocalık etmiştir.
      Antropo argeolojik yani insanlığın en eski medeniyeti ve tarihi üzerinde bir göz gezdirmesi yaparsak burada dağa izafe edilen totemlere rastlarız.
        Beşeriyetin ilk çağlarında insanlar; yıldırım, gök gürlemesi, orman yangıları, volkanlar, tufanlar ve fırtınalar gibi hadiselere kendini sımsıkı bağlamıştır. Fakat,zamanlar geçtikçe, insan itikatlarının biraz daha gelişmesi, fikir ve hayal kudretinin artması bütün bu hadiseler, denizler, mevsimler ve dağlar üzerinde bir çok hikaye yaratmaya sevketmiş ve bugün elde bulunan ve tetkikinde derin bir zevk duyulan “Mitolojiye“ götürmüştür.

Mitolojinin Doğuşu:

       Çağlar devrildikçe ve insan yığınları daha kolektif bir yükselişe erdikçe; dağların azamet ve güzelliğini,onun her mevsim değişen rengini, içlerinde doğan yücelmek duygularına ölçü olarak kullanmışlardır.
        Mesela, ilk insanların ilahların oturma yeri olarak yüksek dağların en yüksek noktasını tanıması, daha sonraları ölülerini yüksek yerlere çıkarmak, onlara oralarda mevki ayırmak ve Tanrıya daha çok yakın bulunmak veya bulundurmak itiyadı bize bir örnek verir. Bugün bile Amerika’nın Peru’sunda ve And dağlarında bu itikatlara bağlı insanların yüksek ve mağrur başlarında hala ateşler yaktıkları tepeler vardır.Şurasını işaret etmeği faydalı buluyorum ki, eski insanların dağa bağlılıkları bugünkü beşeriyet gelişmesinde “spor denilen“ yeni bir din ile “insan ve dağ“ münasebetini devam ettiriyor. Şu kadar bir farkla ki,eski insan ona daha çok hayalinde ve iç duygusunda kıymet veriyordu. Yeni insan ise tamamen fiziki bir hareketle ona yaz, kış ayağının altında hırpalarcasına hakim oluyor. Himalaya’nın Everest tepesine çıkma yolundaki atılışlar buna açık ve canlı bir örneğidir.

Mitolojide Yer Tutan Egeik veya Olimp’ler:

        İnsanlığın karanlık ve orta çağlarında dağlar ve onların yüksek başları dünyayı halk ettiğine inanılan İlahların, Tanrıların oturma yerleri sayılmıştır. Bu itikada göre bunlar “Olimp” adını almışlardır. Fakat her dağ Olimp olamamıştır.
        Mevcut vesikalara göre bir ve birden fazla Tanrının oturmasına mahsus olarak dünyada altı Olimp sayılmaktadır.
        Bunlar da “Küçük Asya’da Anadolu’da İda, Truva Harabelerini örten Kaz dağı”, “Bitinya’da Tin Olimpi-Uludağ”,“Kilikya’da Adana bölgesi Toros Olimpi”, Doğu Akdenizde “Seselos ve Trados” Olimpleridir.
        Beşeri itikatların ilk çağlarında Tanrılar Büyük Asya’da otururlardı. Sonraları göçler, medeniyet akışları, büyük akınlar gibi hadiselere eklenerek onlar da Avrupa’ya geçerek Tesalya Olimpi’nde yer tutmuşlardır.Mitoloji planına göre Uludağ şöhret itibariyle birinci gelmektedir. “Homer” epopelerinde bunları İlyada ve Odise ile dile getirmiştir.Yunan medeniyetince Yunan’lılara ve Tesalya Olimpi’ne izafe edilen bu duyumları Uludağ Olimpi’ne bir benzeyiş sayabiliriz.
        Zira tek bir Olimp’in Avrupada, diğer beş Olimp’in Doğu Akdeniz’de ve Ege Bölgesi’nde yer tutuşu da tarihi hakikatler yönünden bizim için vesikadır. Çünkü, Asya’nın derinliklerinde yer tutan Ana Medeniyette, denizlerin müessir olduğu diğer medeniyetlerde dağ ve dağa bağlılık izlerini daima canlı ve taze olarak bulabiliriz.

Alphé, Alfa Vadileri:

        Bütün olimplerin zirveleri altında, mitolojiye göre birer “Alphé” vadisi vardır. Bir “Alfa” vadisi itikadı;ışığın karanlıkla, iyiliğin,kötülükle vuruşması inancıdır. Olimp’lerin Tanrı’ları, kötülükleri ve karanlığı daima bu vadilerin içinde boğmuştur. Altı Olimp’in de “Alfa”ları bugün kırık,dökük mağara parçalarını ve dodenleri belirten, zamanın tahribine uğrayan boşluklardan ibarettir ve bunlar insaniyetin boyunca fikri yükselişi naklederler.
        İnsanlık uzun zamanlar sonra her şeyi yapan ve her şeyi yapmayı salahiyetli bulunan tek mabut,tek tanrı tanımıştır. Tarih buna bugünkü dünya hayatının tek dayanağı ve kudreti olan ışığa,güneşe izafetle “Zevs” demiştir.
        “Zevs”, parıldayan hayat demektir.Dağ mitolojileri ister Alpli, ister Egeli olsun “Zevs” daima beşeriyetin müşterek malı olarak kalmış ve bu sembol Türk medeniyetinde “İtalya-Roma” bölgesinde yer tutan Asyalı “Etrüsk veya Türüks” lerde “Diana” adıyla kadına yer vererek tecelli etmiş ve medeni yükselişe, olgunluğa bir örnek bağışlamıştır. Hatta islami mitolojide Peygamber İlyasa, Süleymana ve müminlerden Selmanıfarisiye izafe edilen pek çok dağ esatiri vardır.
        İşte arkadaşlar, beşeriyetin ömrü boyunca müessir bütün olimpler mitolojisinde bizim dağımız ”Uludağ” da bu suretle tesirli tarihsel bir dağdır.
        Bugün elimizde onu bütün değeri ile tanıtacak ve dayanılacak hiçbir vesikamız yoktur. Mevcut görünen yazı ve eserler ise eski ve yeni bir çok bilgileri tekrarlamaktan ibarettir.

Uludağın İkinci Hayatı:

     Coğrafyacı Şarl Teksiye’ ye göre Uludağın en eski adı Mis Olimp dir. Bir başka muharrire göre dağın şimal yüzüne “Bitinya” cenup yüzüne “Mis Olimpi” deniyor. Misyalı’larla, Bitinya’lıların bu dağı paylaşmak için daima birbirleriyle vuruştuklarını öne koyuyor. Bizans’lılara kadar çetin bir savaş alanı olan Uludağ Bizans’lılar devrinde dini hayatın sayılı merkezlerinden birisi oluyor. İstanbul kiliselerinde kutsal resimler aleyhine açılan savaşda belli başlı pek çok rahip Uludağ’a sığınmış ve burada irili, ufaklı kiliseler, zaviyeler ve pek çok tapınak tesis etmişlerdir(2).
       En son 14 ncü asra doğru Bursa ve etrafının Osmanlı Türkleri eline geçmesi karanlık devirlerden buyana “Tin Olimpi”,”Mis Olimp” diye anılan dağın adını “Keşiş”e çevirmiştir. Bu arada hıristiyanlar ve rahipler dağı terketmiş ve Uludağ, tapınaklara benzer bir çok tekkeler tesisi suretiyle dervişlere ve Osmanlı tarihinde her birinin hayatı,yaşayışı birer keramete bağlı erenlere mal olmuş, bunlar da bu güzel tabiat parçası içinde ömür uzatmışlardır.
        Osmanlı İmparatorluğunun sonlarına doğru Uludağ o günün imkan ve şartlarına göre bir gezici kitlesi toplayarak bir sefa ve sayfiye yeri olmuştur.
        1925 de benim de aralarında bulunduğum ve Konya Saylavı Bay Dr. Osman Şevki Uludağ’ın Başkanlığı’ndaki Heyet tarafından Keşiş adı Uludağ’a çevrilmiş ve Büyük Erkanı Harbiye’ce bu suretle tescil edilmiştir. Dağın dört tarafı bugün hıristiyanlık ve Osmanlılık devirlerine ait bir çok hatıraları ve isimleri taşır.
        1640 tarihinde Evliya Çelebi Bursa’yı ziyaret etmiş ve bir kafile ile bir kaç konakta Uludağ’a o günkü tabiri ile “Kulle-i Cihan” dediği zirveye çıkmıştır.
        Evliya Çelebi’nin tarif ettiği mevkiler ve adlar da bugün yaşamakta olan isimlerdir (Gazi Yaylası, Diktekir,Bakacak, Kadıyayla,Tekfur alanı vs. gibi).
Yine bu sıralarda bugün bakiyesi mevcut Bursa’nın Maksem Mahallesi’nde bir fermanla Buzcu Beyleri Ailesi kurulmuştur. Bu Aile bugün de buzcular yolu ile adeta imtiyaz gibi Bursa’ya kar nakletmektedir. Eskiden de İstanbul’a saraylara Mudanya yolu ile kar, buz, alabalık nakledilirmiş.

Dağın İnsan Eli İle İmarı:

        İnsan eli ile imara ait ilk adım 1904’ de Bursa Valisi Reşit Mümtaz Paşa tarafından atılmış ve mevcut şosenin üçte ikisine yakın bir kısmı onun zamanında açılmıştır. Son yıllarda kar sporlarının tanınması ve Uludağ’ın uygunluk bakımından benzerlerinden çok üstün olması, üzerine değer ehemmiyeti çekmiş ve dağımız Cumhuriyet Hükümetimizin kuruluşundan buyana en ileri mazhariyete kavuşmuştur. Bir başka fırsatla da dağ ve kayak sporları ve dağda yapılan imar hareketleri hakkında bir konuşma yapacağız.

Son Söz:

        Ceddimiz Büyük Asyalıların batıya doğru bütün akınlarında kuş uçmaz, kervan geçmez, geçitsiz ve yolsuz bir çok yüksek dağı aştıkları tarihi bir hakikattir.Bu suretle, Türk soyunun ve elbet ki Türk gençliğinin kanında; orman, deniz ve dağ sevgisi, yurtseverlik halinde ifade edilen bir kıymettir.
        Bugünkü dağ sporları da, ruhumuzda yer tutan tabiat severliğin ve tabiatla savaşmanın, onu yenmenin toplu bir tecellisidir.
        Edebiyatımıza giren Uludağ hakkında bir Yörük Halk şairi de
        “Ey kahpe Keşiş, suyuna azık
         taşına çarık yetiştiremedim”
diyerek onu tarif etmiştir.
        Yine Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşayan Bursalı Lamiî Çelebi’ nin Uludağ’ı tasvir eden bir kaç satırını okuyarak sözüme son veriyorum:
        “Ne dağ,;başı zuhal yıldızına değmiş, taşı ayın kadehini kırmıştır.
        Yer yüzünde direksiz bir çarhtır ve semada donmuş bir dumandır.
        Etrafı dokuz kat gök gibidir. Bu dağın kürresinin merkezi iki cihan büyüklüğündedir.
        Bu sağlam durumu ile bu yüksek dağ, çarhın yüzüğüne taş olmaya layıktır.
        Sellerinin önünden uçan taş parçaları bin tane hisara burç olur.
        Semalarında görünen sabah eserleri kar değildir.
        Zaman, semanın dişlerine törpü vurmuştur. Ve bu kırıntılar böyle dağ gibi yığılmıştır.
        Zirveleri arşla beraberdir. Gece, gündüz yüzü parlak bir sabahdır.
        Havadaki bela bulutları, yere inmiş kaza kılıcı gibidir. Çile çekenler gibi gözleri yaş doludur. Ve acısına katlanarak bağrına taş basmıştır.
        Elbisesi yeşil ve tavrı evliya tavrı gibidir. Daima niyaz içindedir. Başı çıplak yüzü topraktır.
        Bu dağ zebercettendir. Yüzü ve alnı açıktır.
        Seher vakti erken kalkanlar orada ibretli bir güneş doğmasını görürler.
        İnsanlar orada baştan başa dehri seyrederek zirvelere yükseldikçe hayran olur.
        O yerin tasvirini kim yapabilir?
        Çünkü, rüzgarı ruhulkudüstür. Tıpkı Tanrının Meryem’e nefyettiği ruh gibidir.
        Dağın eteğini kuvvetlice tutan gönüllerden dünya arzusu çıkar. Gönüller Tanrıyı anar. Ve her çeşmesi güneşi nemsiz okur.“(3).
……………………………………..
(1)Ataman,Sedat;Bursa’ya Coğrafi Bakış ve Uludağ’ın Tarihçesi,Dağ Sporları,1938
(2)En son geçen yıl 2550 rakımlı zirvede yapılan sığınak inşası sırasında bu noktada geniş bir saha kaplayan harçlı ve harçsız temellere rastlanmıştır.
(3)Bu yazı aslında Osmanlı Türkçe’si ile manzumdur. Lamiî Çelebi’nin Şehrengizi Bursa adlı eserinden alınarak nesre çevrilmiştir.
Lamiî Çelebi’nin mezarı, Bursa’da Şeyh Sabit mahallesi fırın sırasında bir duvar içindedir.(Raif Kaplanoğlu Şairin mezarının Hisar’da Nakkaş Ali Camii haziresinde olduğunu yazmaktadır. Bk.Bursa’lı Şair Yazar ve Ünlüler Ansiklopedisi,1998, sh.207).